Kıssa hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kıssa hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Aralık 2018 Perşembe

Gemi Batarken Karısının Söylediği Son Söz--Büyük ibret veren ve duygu yüklü hikaye!




Gemi Batarken Karısının Söylediği Son Söz
Batan Gemiden Canını Kurtarmak İçin Karısını Gemide Bıraktı. bıraktı ama daha sonra gelişen olaylar büyük bir ders niteliğinde idi. Sonuna kadar dikkatle okuyunuz lütfen.
Öğretmen bir gün denizin ortasında batmak üzere olan bir geminin hikayesini sınıfta öğrencileriyle paylaşır.
Gemideki çift cankurtaran botunun yanına kadar gelir ve sadece bir kişilik yer olduğunu görür.
Hikayenin gerçekliği hakkında tamamen emin olmasam da, hepimizin hikayeden ders çıkaracağını zannediyorum.
Öğretmen, hikayeyi anlatmaya başlar.
Gemi, denizin ortasında aniden batmaya başlar. Gemideki bir çift cankurtaran botuna yaklaşırken sadece bir kişilik yer kaldığını görür.
O an adam, karısını geride bırakır ve bota atlar.
Batmak üzere olan gemideki kadın eşine bakar ve son cümlesi şu olur.
Öğretmen bir an durur ve öğrencilerine, “Sizce kadın, kocasına ne demiş olabilir?” diye sorar.
Öğrencilerinin çoğu: “Senden nefret ediyorum. Nankör herif!” demiştir diye cevap verir.
Öğretmen, köşede sessizce oturan bir çocuk görür ve aynı soruyu ona da sorar. Çocuk, “Öğretmenim bence ‘Çocuğumuza iyi bak demiştir’” diye cevap verir.
Öğretmen şaşırarak çocuğa sorar, “Daha önce bu hikayeyi duymuş muydun?”
Çocuk kafasını sallar ve “Hayır ama annem babam vefat etmeden önce aynı şeyi söylemişti.” der.
Öğretmen suratında üzgün bir ifadeyle, “Cevabın doğru” der.
Gemi batar, adam evine gider ve kız çocuğunu tek başına yetiştirir.
Yıllar sonra çocuk vefat eden babasının günlüğünü bulur.
Meğerse, çift gemi seyahatine çıktıklarında kadına ölümcül hastalık teşhisi konmuş. O kritik anda, baba ölmek üzere olan eşi yerine kendini bota atmış.
Baba günlüğünde, “Denizin dibine beraber batmayı o kadar isterdim ki… Ama çocuğumuz için, tek başına denize batmanı izlemek zorunda kaldım.” yazmış.
Hikaye biter ve sınıf sus pus olur.
Öğretmen, çocukların hikayeden gereken dersi çıkardıklarını düşünür. İyiyle kötüyü ayırmanın, aralarındaki ince çizginin ne kadar kafa karıştırıcı olduğunu anladıklarını düşünür.
Bu nedenle, olaylara yüzeysel olarak bakmamalı ve ön yargılarda bulunmamalıyız.
Hesap geldiğinde hesabı ödeyen bir arkadaş, zorunlu hissettiği için değil arkadaşlığa paradan daha çok önem verdiği için bunu yapar.
İş hayatında sürekli insiyatif alanlar bunu aptal oldukları için değil sorumluluğun ne demek olduğunu bildiklerinden yaparlar.
Tartışma sonrasında ilk özür dileyen kişi bunu suçlu olduğu için değil etrafındakilere değer verdiği için yapar.
Size sürekli mesaj atan birisi, yapacak başka bir şeyi olmadığından değil, size önem verdiğinden bunu yapar.
Bir gün hepimiz sevdiklerimizden bir şekilde ayrılacağız. Sohbetlerimizi ve beraber kurduğumuz hayalleri özleyeceğiz.
Bir gün çocuklarımız eskilerden bir fotoğraf görecek ve “Bunlar kim?” diye soracaklar. İçimiz kan ağlayarak “Bunlar, hayatımın en güzel günlerini geçirdiğim insanlar.” diye cevap vereceğiz.
Büyük ibret veren bu önemli ve duygu yüklü hikayeyi arkadaşlarınız ve aileniz ile paylaşmayı ihmal etmeyin.

20 Haziran 2018 Çarşamba

EVLATLIK


Evleneli 12 yıl olmuştu. Çocuk sahibi olamamıştık.

Tedavi için gittiğimiz doktorların hemen hepsi aşağı yukarı aynı şeyleri söylemişlerdi.

Bu gerçekleri duymak eşim için de benim için de her seferinde yıkım oluyordu. “Çocuk sahibi olabilmeniz imkansız görünüyor”

Bu kelimelerin her tekrarlanışı umudumuzu iyice yitirmemize neden olmuştu.
-Neden evlatlık edinmiyoruz? dedim eşime
-Sahipsiz onca çocuk varken…

Belki de Allah onlardan birine sahip çıkmamızı istiyor.

Ve belki de bu yüzden bir bebek sahibi olmamızı dilemiyor.




Yetimhanede bebeklerin bulunduğu bölüme girer girmez, ilk onu gördüm. Ayaklarını havaya dikmiş, elleri ile onlara ulaşmaya çalışıyordu.
Harikulade bir bebekti ve ben ondan gözlerimi alamıyordum.

-Bu… bunu kendimize evlat edinelim dedim.

Daha ilk bakışta ona karşı öylesi güçlü bir sevgi hissettim ki, sanki doğurduğum çocuğumu emanet bıraktığım bir yerden geri almak üzere gelmişim hissine kapıldım.

Ancak yetimhane yetkilileri evlat edinebilmenin biraz güç olduğunu söylemişlerdi,
-Ben bu bebek için sonuna kadar mücadele edeceğim. dedim eşime Oda zaten bu konuda en az benim kadar kararlıydı.

O günden 
sonra, gerçekten de onun için çok mücadele etmek zorunda kaldık.

Bir çok araştırma, soruşturmaya tabi tutulduk.

Aylarca uğraştık ama sonunda onu bize verdiler.
Kızımızın hayatımıza girmesi ile birlikte yuvamızın tek eksiği de artık tamamlanmıştı. O harika bir bebekti.

Eşimle ben onun için çıldırıyorduk.

Kızım okul çağına geldiğinde ona gerçeği anlattık.

Artık kendisinin öz anne ve babası olmadığımızı biliyordu. Bu gerçeği öğrenmiş olması onda tahmin ettiğimiz şoku yaratmadı. Küçücüktü fakat inanılmaz derecede olgun bir çocuktu.

Birgün arkadaşıyla sohbetlerine tanık oldum. Sevgili kızımın o gün arkadaşına söylediği sözler, benim hayatımda aldığım en güzel ödül oldu.

-“Ben evlatlığım” dedi kızım
Arkadaşı şaşkın bir ifade ile sordu;

-“Evlatlık ne demek?”
Küçük kızım şöyle yanıt verdi.
Ä°lgili resim
-“Annenin karnında değil, yüreğinde büyümektir.”

LÜTFEN PAYLAŞALIM

Evimizin Suyu mu Çıkmış

Bu sabah kahvaltı hazırlarken düşündüm.
Evlerden neden bu kadar kaçıyoruz? Haftasonları kahvaltı için akın ediyor insanlar mekanlara. Oysa haftasonu kahvaltısı çok mahrem bir öğün gibi geliyor bana, böyle pijamayla, sabahlıkla, gazeteyle, sofradan kalan birinin sandalyesine uzattığın ayağınla falan kendine özel bir hali var sanki.
Mecbur kalmadıkça çıkmıyorum kahvaltı için, arkadaşlarıma hazırlamaya, güzel bir kahvaltı için daha erken kalkmaya da razıyım. Ama o küçük hane huzurunu kaybetmek istemiyorum. Her şey tek tek gidiyor.


Bakıyorum; artık iki arkadaş buluşacaksa dışarda buluşuyor. Oysa evlerimiz var.


Doğum günleri dışarda kutlanıyor. Oysa evlerimiz var. Artık günler bile dışarıda yapılıyormuş, evleri kaplumbağa kabuğu gibi sadece kendimiz için alıyoruz.
Çok mu yorgunuz, o yüzden mi böyle? Bilmiyorum. Sabah sabah dertlendim bak gene.


Azıcık çocukların kafasını ütüledim bu mevzularla ama yaş icabı çok anlamadılar.
Anlatıyorum anlatıyorum, “ne dedin anne, anlamadık, bir daha anlat” diyorlar. 😊


Size anlatayım bari. Çok net yazamadım ama anlamışsınızdır siz ne demek istediğimi.


Tek cümlede özetlersek;
“evimizin suyu mu çıkmış”
Oyuncu Anne – Şermin Yaşar
LÜTFEN PAYLAŞALIM

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Efsane Tablo Kaplumbağa Terbiyecisi'nin Cinayet ve İflas İçeren Gün Yüzüne Çıkma Hikâyesi

Türk sanatının en önemli eserlerinden, Osman Hamdi'nin 1906 tarihli Kaplumbağa Terbiyecisi isimli tablosu, hakkında pek çok iddiaya ve araştırmaya konu oldu. Uzun yıllar saklı kaldıktan sonra keşfedilmesi ise 1970'lerin başına denk geliyor. Sözlük yazarı "ters leblebi"den sürükleyici bir hikaye
kaplumbağa terbiyecisi' ile ilgili görsel sonucu
gün yüzüne çıkmasının hikayesi oldukça ilginç olan bir tablodur gerçekten de kaplumbağa terbiyecisi.

bu eser, türk kamuoyu tarafından ilk defa 1970'lerin başında gerçek anlamıyla keşfediliyor ama öncesi var.

dönemin zengin iş adamlarından, ünyeli varlıklı bir ailenin oğlu olarak 1891 yılında dünyaya gelen saim birkök, yedek subay olarak katıldığı birinci dünya savaşı'nda yaralanır ve hastaneye kaldırılır. birkök, hastanede sağlam bir arkadaş edinir. maalesef adını bilemediğimiz bu arkadaşın (büyük ihtimalle) sonradan doğan ve adını yakın arkadaşının ismini koyduğu oğlu saim'i evlat edinir ve yetiştirir. kim bilir, hayatında hiç evlenmemiş olan saim bey bir oğul hasreti çekmektedir belki de. onun tüm masraflarını karşılar; önce isviçre'de, sonra da itü'de okutup inşaat mühendisi çıkmasını sağlar. bu çocuk, sonradan yök eski başkan vekili kemal karhan'ın da itü'de sınıf arkadaşı olacak olan saim gökdoğan'dır. 


Saim Birkök

ancak kader yine ağlarını tam anlamıyla örmüştür ve olanlar olur.

3 haziran 1966'da, balat'ta babasından kalan büyük bir tersane işleten saim birkök ve manevi oğlu saim gökdoğan büyük bir tartışma içine girer. mesele; oğlunun dışarıda yaptığı ve yerine getirmediği inşaat taahhütleri, kefil olduğu diğer işleri, adına verdiği taahhüt mektupları, kumar ve diğer borçlarıdır. birkök, yıllarca saim'in bu tür davranışlarını sineye çekmiştir. tartışma gittikçe büyür ve saim birkök dayanamayıp tabancasını çıkarır ve oğlu saim'e tek el ateş eder. sonrasında telaşla yazıhanesine koşarak içeridekilere deyim yerindeyse haykırır: "hemen hastaneye yetiştirin, ölmesin!" ancak bu hareketi işe yaramayacaktır. saim gökdoğan yolda ölür. evet, saim birkök en yakın arkadaşının oğlunu, yıllarca her türlü imkanı sağlayarak okuttuğu üvey evladını vurarak öldürmüştür. gökdoğan 45, birkök 76 yaşındadır. tutuklanan birkök hapse girer. ve hatta hapis cezasını çekmeden önce girdiği sağlık kontrolünde kanser olduğu da anlaşılır. olay gittikçe romanlaşıyor yalnız.


Saim Birkök'ün ünlü Sarı Köşk'ü. / Beltur


işte şimdi 1970'lerin başına geldik.

türk tarihçi ve araştırmacı mustafa cezar bir araştırması sırasında o sıralarda hapisteki birkök'ün mühürlenmiş olan evi, şişli abide-i hürriyet caddesi'nde bulunan sarı köşk'ündeki sanat koleksiyonunun varlığını keşfeder. bu koleksiyon osman hamdi'nin içinde kaplumbağa terbiyecisi'ni de içeren eserlerinin de dahil olduğu kırktan fazla eserden oluşuyordu. saim birkök yukarıdaki tüm bu özelliklerinin yanında ciddi bir sanatsever ve tarih meraklısıydı ve hem sanatsal hem de tarihi değeri yüksek olan hatırı sayılır bir koleksiyonu vardı. cezar yakın zamanda yayınlayacağı bir çalışma için bu eserlerin fotoğrafını çekmek ister. bunun için gerekli olan izni de o sıralar sultanahmet cezaevi'nde cinayet nedeniyle yatan birkök'ü ziyaret ederek ondan alır ve tabloların fotoğrafını çekerek kitabında yayınlar. tarih her zaman olduğu gibi kendi yolunu bulmuştur ve böylece kaplumbağa terbiyecisi; türk kamuoyunda ilk defa net bir şekilde ve fotoğraflı olarak görücüye çıkmıştır.



saim birkök ise 1971 yılında durumu ağırlaştığı gerekçesiyle salıverilir ve aynı yıl içerisinde kanserden vefat eder. 
1962'de düzenlediği vasiyetinde tüm sanat eserlerini ve malvarlığını, kurulmasını istediği birkökler vakfı'na devretmiştir. uzak akrabalarının sonradan açtığı itiraz davaları mahkemeden ret cevabı alır ve birkök'ün serveti birkökler vakfı'nın olur. birkök, vasiyetinde kurulmasını istediği vakıfta görev alacak kişileri bile bir bir listelemiştir. bunlardan biri de o tarihte itü gemi inşaat fakültesi'nde öğretim üyesi olan yakın dostu kemal karhan'dı. karhan, saim birkök'ün istediği kişilerden tek hayatta kalandı. vakıf başkanlığı görevini üstelenerek ilgili çalışmaları yaptı.
kaplumbağa terbiyecisi bundan yaklaşık 20 yıl sonra, 1991'de birkökler vakfı yararına yapılan bir müzayedede iş adamı ve show tv'nin kurucusu erol aksoy tarafından tam bir milyon dolara (1991 için çok çok yüksek bir meblağ) satın alındı ve iktisat bankası'nın koleksiyonuna eklendi.


Erol Aksoy
evet, iktisat bankası şu an ortalıkta olmadığı için pek bilinmiyor çünkü banka 2001'de battı ve tmsf tarafından el konuldu. tmsf de bankanın koleksiyonunda bulunan kaplumbağa terbiyecisi için 2004'te bir açık artırma düzenledi. tablo tam 5 milyon liraya pera müzesi'nin oldu. bu sayı gerçek bir rekordu ve tablonun ününü de doğal olarak artırdı. hala da pera müzesi'nde bulunuyor ve hala türk sanat tarihinin en pahalı tablosu.
yaa işte böyle sevgili okurlar. tarih, içinde sınırsız hikayeyi barındırıyor ve bu hikayeler günlük hayatımızın her köşesinde saklanmış olarak bizlerin keşfetmesini bekliyor. 1906'da tuvale boyandığı günden sonra saim birkök'ün fırtınalı hayatının önemli bir parçası olan ve kendi hikayesini farkında olmadan zenginleştiren kaplumbağa terbiyecisinin gün yüzüne çıkma hikayesi de böyle işte.

7 Şubat 2017 Salı

Ressam -İBRETLİK BİR KISSA



Köyde yaşayan yaşlı bir ressam vardı. Olağanüstü güzel resimler yapıp iyi fiyata satardı.
Bir gün köyden bir fakir gelip dedi ki :
-Yahu senin durumun iyi.  Neden kimseye yardım yapmıyorsun.  Bak fırıncı fakirlere ara ara bedava ekmek veriyor. Kasap bazen Bedava et veriyor. Sen neden hiç yardım etmiyorsun?
Ressam tebessüm etti ama bir şey demedi.
Bu fakir bütün köyde sabah akşam ressamın aleyhinde propaganda yapıyor ve ressamı kötülüyordu.
Bir gün ressam hasta oldu . Kimse de onun yanına gelmedi ve sonunda ressam öldü.
Aradan bir kaç gün geçti .Artık ne fırıncı ekmek verdi fakirlere ne de kasap et verdi.
Sordular neden fakirlerin hakkını kestiniz?
Dediler ki her ay başı o merhum ressam bize para verip fakirlere ekmek ve et vermemizi söylerdi. O ölünce para veren kalmadı o yüzden.
İnsanların bazıları seni kötü bilir kimileri ise sudan daha temiz ve berrak.
Ne kötü diyenler sana zarar verir ne de iyi diyenlerin bir yararı olmaz.
Önemli olan senin gerçek ve hakiki durumundur. Onu da bir tek Allah bilir.
Kimseye karşı önyargılı olma. Eğer gerçek halini bilsen başka türlü davranırsın.
Bu öyküyü beğendiyseniz dostlarınızla paylaşmayı unutmayın.